29 Nisan 2012 Pazar

Yazmak…


Yazmak…

Yazmak not düşmek hayata dair… Olana olmayana olura olmaza dair… Bir şeyleri düşünürken, aynı şeyleri düşünen kişilerin olduğunu bilmek insana kendini iyi hissettiren bir durum. Bak o da yaşamış, o da benim gibi düşünmüş, hatta düşünmekle kalmamış paylaşmış. Kendi düşüncelerini o kişide bulmak oh dedirtir. Yalnızlığı azaltır. Bir ben değilim dedirtir.

Bu anlamda Ece Temelkuran, aşağıdaki yazıda ne güzel şeyler anlatmış.

Buenos Aires’te ihtiyar bir adamdı. Briyantinli, gümüşten saçları vardı. Güney Amerikalı bir beyazdı pantolonu, ayakkabıları yumurta topuktu. Gömleğinin önü göbeğine kadar açıktı, eski zaman parfümlerden kokuyordu...


Kulüp Grisel`in pistinde kırmızı ışıklar yanıyordu. Adam, ayağa kalktığında biraz, bana doğru yürürken biraz daha, adım adım daha da gençleşiyordu.


Dansa kaldırdığında beni, iyiden iyiye zıpkın gibiydi. Zaten genç olmayı en iyi ihtiyar adamlar bilir, genç kız cilvesi yapmayı en iyi ihtiyar kadınlar. İnsanlar çünkü, yıllar içinde rahatlar, gençliklerinde cesaret edemediklerini ancak ihtiyarladıklarında olurlar.


Kulüp Grisel`de tangoların en beteri çalıyor; en sevmişi, en terkedilmişi, epey görmüş geçirmişi. Bakılmaz tango yaparken göz göze, sanılanın aksine. Gövdeyle ilgili bir meseledir, orada, pistin ortasında sürüp giden; kadınla ve tamamen erkekle ilgili. Fakat bir şey var, adımlar takip etmiyor birbirini. Ve adam, ihtiyar olan, belimden tutup sarsıyor beni. Gırtlağının en belalı dibinden, hatta belki karnının yaralanmış yerinden geliyor sesi: `Teslim olmuyorsun` diyor, `Sen, bu yüzden dans edemiyorsun!`


Ne halt edeceksin?


Sonra, başka bir zaman, bir Ankara evinde, ki en kalbi meseleler odalarda yaşanır Ankara `sahillerinde`. Adamın biri, epey canı sıkkın, votkalı motkalı. Bir kadını çok seven, epeydir sevmiş olan adamın biri, mahzun, kırgın ve demli, demişti ki:


`Ne biliyor musun bu işin sırrı? Bırakacaksın kendini. Mutlu olmak istiyorsan teslim olacaksın. Hayatını mı mahvediyor çok sevdiğin? Bırak mahvetsin. Sen severken mahvolmayacak kadar değerli misin? Diyelim o kadar değerlisin. Peki o zaman üstat, o değeri harcamayıp ne halt edeceksin?`


Kim öğretti bize teslim olmamayı? Başımıza bir şey gelir diye başımıza bir şey getirmeden yaşamaya çalışmayı, hiçbir şey getirmeden ölüp bitmeye çabalamayı, böyle sürüp gitmeyi... Kim öğretti? Kadınlar adamlara, adamlar kadınlara teslim olmadan, yıllar yılı elinde bir mızrakla, bir mesafeden ve tetikte. Kaskatı kesilerek, `Kimse beni teslim alamaz` diye büyük ordularımızı birbirimize karşı böyle küçük numaralarla yönetmeyi... İki seven insan gibi değil de, bir teneke başarı madalyası için çabalayan kale komutanları gibi... Sınır boylarımıza bu uç beylerini, bu asabi, hırçın ve aslında korkulu çocukları kim yerleştirdi? `Benim sosyal hayatım, benim param, benim başarım, benim hayatım` diye sakındığınız, `kimsenin peşinden gitmeyerek` çok müthiş savunduğunuz bütün o şeyler, hakikaten söylesenize, sizi gerçekten -ama gerçekten diyordum bak- mutlu etti mi? Teslim olmadan tamamladınız hayatı, tebrik ederiz, bırakmadınız hiç kendi yakanızı. Söylesenize, etiniz acısa acısa en çok ne kadar acıyabilirdi? Ona buna, şu adama, bu kadına değil aslında, biz, -tebrik edelim kendimizi!- kendimize teslim olmadık. Gece kremlerini kimse alamaz şimdi sizden, tenis derslerinizi ve arkadaşlarınızla eğlenmeye çabalayarak içtiğiniz `bağımsız` gece içkilerini, tek başınıza, keyifle izlediğiniz maçları ve ucu görünmediği için daha da korkunç olan `kendi geleceğinizi.`


Şimdi siz tam da dergilerdeki, şık dizilerdeki, gıcır reklamlardaki kadınlara ve adamlara benzediniz. Teneke madalyanızı güneşe döndürünüz, ne güzel de parıldıyor. Pırıl pırıl, parıl parıl. Çok tebrik ederiz!


Ece Temelkuran


Milliyet Gazetesi 07.09.2004


0 yorum:

Yorum Gönder