Yazmak…
Yazmak not düşmek hayata dair… Olana
olmayana olura olmaza dair… Bir şeyleri düşünürken, aynı şeyleri düşünen
kişilerin olduğunu bilmek insana kendini iyi hissettiren bir durum. Bak o da
yaşamış, o da benim gibi düşünmüş, hatta düşünmekle kalmamış paylaşmış. Kendi
düşüncelerini o kişide bulmak oh dedirtir. Yalnızlığı azaltır. Bir ben değilim
dedirtir.
Bu anlamda Ece Temelkuran, aşağıdaki
yazıda ne güzel şeyler anlatmış.
Buenos
Aires’te ihtiyar bir adamdı. Briyantinli, gümüşten saçları vardı. Güney
Amerikalı bir beyazdı pantolonu, ayakkabıları yumurta topuktu. Gömleğinin önü
göbeğine kadar açıktı, eski zaman parfümlerden kokuyordu...
Kulüp
Grisel`in pistinde kırmızı ışıklar yanıyordu. Adam, ayağa kalktığında biraz,
bana doğru yürürken biraz daha, adım adım daha da gençleşiyordu.
Dansa
kaldırdığında beni, iyiden iyiye zıpkın gibiydi. Zaten genç olmayı en iyi
ihtiyar adamlar bilir, genç kız cilvesi yapmayı en iyi ihtiyar kadınlar.
İnsanlar çünkü, yıllar içinde rahatlar, gençliklerinde cesaret edemediklerini
ancak ihtiyarladıklarında olurlar.
Kulüp
Grisel`de tangoların en beteri çalıyor; en sevmişi, en terkedilmişi, epey
görmüş geçirmişi. Bakılmaz tango yaparken göz göze, sanılanın aksine. Gövdeyle
ilgili bir meseledir, orada, pistin ortasında sürüp giden; kadınla ve tamamen
erkekle ilgili. Fakat bir şey var, adımlar takip etmiyor birbirini. Ve adam,
ihtiyar olan, belimden tutup sarsıyor beni. Gırtlağının en belalı dibinden,
hatta belki karnının yaralanmış yerinden geliyor sesi: `Teslim olmuyorsun`
diyor, `Sen, bu yüzden dans edemiyorsun!`
Ne
halt edeceksin?
Sonra,
başka bir zaman, bir Ankara evinde, ki en kalbi meseleler odalarda yaşanır Ankara
`sahillerinde`. Adamın biri, epey canı sıkkın, votkalı motkalı. Bir kadını çok
seven, epeydir sevmiş olan adamın biri, mahzun, kırgın ve demli, demişti ki:
`Ne
biliyor musun bu işin sırrı? Bırakacaksın kendini. Mutlu olmak istiyorsan
teslim olacaksın. Hayatını mı mahvediyor çok sevdiğin? Bırak mahvetsin. Sen
severken mahvolmayacak kadar değerli misin? Diyelim o kadar değerlisin. Peki o
zaman üstat, o değeri harcamayıp ne halt edeceksin?`
Kim
öğretti bize teslim olmamayı? Başımıza bir şey gelir diye başımıza bir şey
getirmeden yaşamaya çalışmayı, hiçbir şey getirmeden ölüp bitmeye çabalamayı,
böyle sürüp gitmeyi... Kim öğretti? Kadınlar adamlara, adamlar kadınlara teslim
olmadan, yıllar yılı elinde bir mızrakla, bir mesafeden ve tetikte. Kaskatı
kesilerek, `Kimse beni teslim alamaz` diye büyük ordularımızı birbirimize karşı
böyle küçük numaralarla yönetmeyi... İki seven insan gibi değil de, bir teneke
başarı madalyası için çabalayan kale komutanları gibi... Sınır boylarımıza bu
uç beylerini, bu asabi, hırçın ve aslında korkulu çocukları kim yerleştirdi?
`Benim sosyal hayatım, benim param, benim başarım, benim hayatım` diye
sakındığınız, `kimsenin peşinden gitmeyerek` çok müthiş savunduğunuz bütün o
şeyler, hakikaten söylesenize, sizi gerçekten -ama gerçekten diyordum bak-
mutlu etti mi? Teslim olmadan tamamladınız hayatı, tebrik ederiz, bırakmadınız
hiç kendi yakanızı. Söylesenize, etiniz acısa acısa en çok ne kadar
acıyabilirdi? Ona buna, şu adama, bu kadına değil aslında, biz, -tebrik edelim
kendimizi!- kendimize teslim olmadık. Gece kremlerini kimse alamaz şimdi
sizden, tenis derslerinizi ve arkadaşlarınızla eğlenmeye çabalayarak içtiğiniz
`bağımsız` gece içkilerini, tek başınıza, keyifle izlediğiniz maçları ve ucu
görünmediği için daha da korkunç olan `kendi geleceğinizi.`
Şimdi
siz tam da dergilerdeki, şık dizilerdeki, gıcır reklamlardaki kadınlara ve
adamlara benzediniz. Teneke madalyanızı güneşe döndürünüz, ne güzel de
parıldıyor. Pırıl pırıl, parıl parıl. Çok tebrik ederiz!
Ece
Temelkuran
Milliyet
Gazetesi 07.09.2004